Popüler Sporlar
TÜM SPORLAR
Tümünü göster

Süper Lig - Tanıl Bora'nın Burhan Doğançay'ın röportajı

Eurosport
TarafındanEurosport

Güncellendi 16/01/2013 - 16:01 GMT+2

Hayatını kaybeden ressam Burhan Doğançay, bir dönem Gençlerbirliği forması giymişti. Radikal Gazetesi Yazarı Tanıl Bora'nın usta ressamla futbol üzerine yaptığı söyleşiyi bir kez daha hatırlayalım.

burhan doğançay

Görsel kaynağı: Resmi Siteden Alınmıştır

Radikal Yazarı Tanıl Bora’nın Burhan Doğançay ile kulüp tarihi çalışmaları için yapmış olduğu ve 2002 yılında Express dergisinde yayınlanan söyleşiyi bir kez daha hatırlayalım:
1940’ların, 50’lerin Gençlerbirliği’nden ilkin neyi hatırlıyorsunuz?
Başka bir memlekette olsa Orhan Şeref Apak’ın 10-12 heykeli dikilirdi en aşağı. Sadece Gençlerbirliği’ne değil, Türk futboluna yaptığı hizmetlerden dolayı. Türkiye liginin kurulmasında en büyük rolü oynayan adam. Hiç unutmam, “bir gün gelecek, milli kümede İstanbul’dan takım olmayacak” derdi! Milli küme, hakeza… Tecrübesiyle ve görgüsüyle… Ama lafı geçmiyor yahu! Hasan Polat, benim çok sevdiğim, takdir ettiğim bir arkadaşım. Ama Hasan idarecilikten ziyade… bence Türkiye’ye gelmiş en iyi santrhaf! Ankara’da olması sebebiyle… fazla şöhret olmadı. Ama benim kanaatim, o günün şartlarıyla, gelmiş geçmiş en iyi santrhaf. Ama Orhan Şeref başka… otoritesi… Milli takımda Fenerbahçeli Küçük Fikret’i oyundan çıkartıyor! “Ben takım kaptanıyım, çıkmam” diyor, ne demek takım kaptanı, çıkacaksın diyor. Büyük bir otoritesi vardı, bizi, Gençlerbirliği’ni şampiyon yapan korkunç bir görüşü, futbol görgüsü vardı. Hiç futbol oynamamış! Ama 19 yaşında İstanbul muhtelitini turneye götürmüş. Ve ne şartlarla Gençlerbirliği o dereceleri aldı! Milli takım Belçika’yla maç yapmaya geldiği zaman, ben Fransa’dayken, Orhan Şeref beni tercüman olarak alıyordu. Can’ı alıyor soliçten birdenbire, solaçık oynatıyor falan, Coşkun’u alıp sağiç oynatıyor, allak bullak ediyor takımı. Her maçın defterine kaydını tutardı Orhan Şeref, oyuncularla ilgili değerlendirmeyle birlikte…
Kulübü bugün de takip ettiğinizi anlıyorum…
Şirket olması lazım bütün kulüplerin, başka çaresi yok, Amerika’yı yeniden keşfetmeye lüzum yok. Yoksa gelen idare heyeti kısa sürede netice almak zorunda kalıyor. Halbuki öbür türlü olduğu zaman, bir maç kaybetmiş, on maç kaybetmiş, mesele değil. en güzel örneği Chicago Bulls. Altı sene dünya şampiyonu, oyuncuları sattı, şimdi takım sonuncu olacak, draftten en iyi oyuncuları olacak, iki üç sene sonra tekrar şampiyon olacak. Mesele bu. Ama her şey öyle… Türkiye’ye gelmiş en büyük adam, Refik Saydam. Tek parti devrinde, diktatörlük devrinde mecliste maarifin işleri konuşuluyor, “beyler ne diyorsunuz, bu memleketin işleri A’dan Z’ye kadar bozuktur” diyor. Hâlâ öyle…
Baştan anlatır mısınız, futbola nasıl başladınız, Gençlerbirliği’ne nasıl geldiniz?
Benim iki büyük aşkım oldu. Bir tanesi resim, babamdan dolayı, diğeri de spor. Sporun her dalını ben izlerim hâlâ, araba yarışlarını Schumacher’in kazanmasından basketbol neticelerine kadar… Ama tabii futbolla karşılaştırılmaz. Mektebin bahçesinde, mahallede, tenis topu kadar topla, akşam sabah futbol oynar, patlamış su borularından su içerdik. 1. Ortaokula gidiyordum. Sonra lisede, Atatürk Lisesinde, Ankara Erkek Lisesi, okul takımında oynadık. Selahattin Malkoç vardı, sonra Fenerbahçe’de oynadı, onla beraber oynadık. O lise Gençlerbirliği’ne çok oyuncu yetiştirmiştir. Derken Ankara Hukuk’ta okurken Ankara Üniversitesi takımı kaptanıydım ben. O zaman Ankara’da belki otuz tane takım vardı. Belki yirmi tane askeri takım vardı. Ama esasında Ankara’da üç tane takım vardı benim gördüğüm: Demirspor, Ankaragücü, Gençlerbirliği. Fakat takımlar bu kadar çoğalınca… Antrenman yapacak saha bulamazsınız. Sahayı dörde bölersiniz, bir tarafında siz idman yaparsınız, bir tarafından Muhafızgücü, bir tarafında bilmemnegücü… 3. Dünya devleti değil 8. dünya devleti gibi, düşündüğünüz zaman…
Üniversite takımında oynarken mi Gençler’e geldiniz?
Gönlümüz tabii hep Gençlerbirliği’nde… Turhan Ogan benim çok yakınımdı, aynı mahalleden ve üniversiteden. Turhan Ogan okulda da benden daha evvel, Orhan Şeref’e yakın, Gençlerbirliği’ne daha yakın, Keşfi’nin (Tarlan) çok iyi arkadaşı, kulübe gidip geliyor. Onlar ikisi yüzmede Ankara şampiyonu, Keşfi 1500′de, Turhan da 100 metre kurbağlamada. İlla dedi, seni Gençlerbirliği’ne alalım. Bir antrenmana gittim, hiç unutmam, ama antrenmanda belki 20-30 kişi var. Kim kime dum duma. Bir tek top, o da arızalı! Hasan da o zaman asker galiba, o olmayınca antrenör de yok. Fena da oynamadım o antrenmanda ama hiçkimse bana mısın demedi. Onun üzerine… Havagücü diye yeni bir takım kuruldu o aralar, sivil Havagücü ama. Etimesgut’ta falan. Önüne gelen kulüp kuruyor zaten. Toprakspor kuruldu, arkasında Toprak Ofisi. Stadyum takımı kuruldu mesela. Ayhan Şarman falan oradan bize geldi. Bu sivil Havagücü’nü kuranlar geldiler. Bana herşeyi vaadettiler, iş kuralım, işe alalım falan… Sanki milli takımın asıymışım gibi muamele. Ayakkabılar alındı falan. Orada oynamaya başladım. Tabii bu bizim Turhan’a ve avanesine çok aksi tesir yapmış, “Burhan’ı nasıl kaçırdık” falan… Turhan geldi, “ayıp ettin” falan dedi, ben dedim ki antrenmana gittim, kimse yüzümüze bakmadı. Orhan Şeref de benim maçları takip ediyor, “Burhan’ı muhakkak almamız lazım” diyor. O zaman da Gençlerbirliği çok kötü durumda, 10. mudur ne, Maskespor’dan 8 tane filan yiyor. Sonra işte Orhan Şeref ve Turhan’ın şey etmesiyle Gençlerbirliği’ne geldim ben. 1943 falan olmalı. Ondan sonra Orhan Şeref benim en yakınım oldu. Zaten Gençlerbirliği’nin en güzel tarafı, hâlâ, şu anda bile, Gençlerbirliği camiası bir aile. Rahmetli Ayhan Şarman, Halim, Hadi, Hasan, rahmetli Ali Polat, benim kardeşim gibidir bunlar. Zaten üniversite takımı denirdi.
Takımın oyun yapısı, karakteri nasıldı o zaman?
Ben pek mütevazı değilim. Ben girdikten sonra takım toparlandı, 46′da Türkiye şampiyonu olduk, ben Paris’e gidince takım dağıldı, kötüleşti. O çok iyi bir kadroydu. Ben sağiç oynardım, kaleciyle karşı karşıya kalsam bile pas verirdim ben, hatta birçokları bana “yahu biraz da kendin için oyna” derlerdi. Sağaçık Hamdi vardı (Ülger), ben, Ali Polat, Küçük Mustafa, Halim. Bizim forvet hattımız oydu. Haf hattında Mehmet Ali, Hasan ve Selim vardı. Refet’le Sait bek. Kaleci Erdal. Şampiyon olan takım bu. İyi bir takımdı bu. Ben geldiğimde bu takım daha yoktu. Ali vardı. Hasan yoktu, askerdeydi, sonra bir ara Beşiktaş’a geldi galiba. Çoğu yoktu. Yavaş yavaş oluştu, sonra tam oturdu. Sakat olmadığı müddetçe değişmedi ondan sonra. Orhan Şeref ve tabii diğer idarecilerin de çok rolü var tabii o takımın kurulmasında. Orhan Şeref’in yardımcısı Ali Rıza’ydı (Ertuğ), Rahmi’nin babası Fevzi Mağat… Dediğim gibi, aile gibiydi, üniversite takımı denirdi Gençlerbirliği’ne. Büyük bir bağlılık vardı. Hiçbir menfaat yok. Kulüp çok fakir. Bazen antrenmanlara çıkan top yoktu, zor bulunurdu. Haftada bir gün, çarşamba günleri antrenman yapılırdı. Ben bazen Demirspor’la, şunla bunla antrenmana çıkardım başka günler de, formumu korumak için. Ayakkabıyı eve götürürsün, domuz yağıyla yağlarsın.
O zamanın şartlarını herkes bu tür ayrıntılarla anlatıyor!
Antrenör yok. Hasan hem oynuyor hem antrenörlük yapıyor. (Hasan her zaman yoktu, o zaman da Ali Polat.) Orhan Şeref ancak çift kale oynanırken müdahale eder, bakar, takımı yapar. Tavukçu Hüseyin bazen masaj yapar! Eğer o takım iyi bir antrenörün elinde haftada 3-4 gün antrenman yaparak çalışsaydı…! Küçük Mustafa mesela, çok iyi futbolcuydu. Mali durumu ve fiziki yapısı iyi değildi. Bir tek onun mali durumu iyi değildi zaten, aileden. Fazla sigara içiyordu. Zaten Hasan, dediğim gibi, korkunç bir fizik, disiplin, kendine çok iyi bakıyor, çok kabiliyetli, havadan top alamazsın, Avrupa’da olsa, kimbilir ne olurdu!
1946’da Türkiye futbol birincisi olan kadroda da varsınız siz
Türkiye Şampiyonu olduk 46′da, birer kravat aldık! Şampiyonluk maçında ben yoktum. Şampiyon kadrodayım ama o maçta yokum. O maçtan evvelki hafta antrenmanda hava sıcak, çıplak oynadım, eve geldim, muazzam bir ateş. Maç pazar günü. Beşiktaş, 2-1. (1941′de 4-1′lik maç, Hakkı’nın Büyük Ahmet’i kovaladığı maç…) Ateş 40. Orhan Şeref zavallı, deliye döndü, hergün geliyor, ben feci haldeyim. Sonradan çıktı ki, sıtmaymış. Serçe Münir vardı, benim yerimde o oynadı. Orhan Şeref geliyor, gidiyor. Orhan Şeref’in ikna kabiliyeti korkunçtu. Beni bir Avusturya takımıyla yapılan maçta oynattı, o sabah dişim çekillmişti, kan geliyordu ağzımdan, ona rağmen oynattı beni. İşte o Türkiye şampiyonu olduğumuz zaman da aldığımız birer siyah-beyaz kravattı kulüpten! Şampiyonluk maçında sonra hepsi geldiler, eve.
Biz beş kere mi Ankara şampiyonu olduk o takım. Orhan Şeref’in ileri görüşlülüğüne bir örnek… Hangi seneydi bilmiyorum, takım ilk devreyi bitirdi, 9. mu ne. Ulus’ta ayakkabı yapardı, Adil’e gidildi, çanta almaya, dedi ki “büyük alın çantaları, milli kümeye gideceğiz!” İkinci devre tek bir mağlubiyet ve beraberlik almadan Ankara şampiyonu olup milli kümeye gittik.
Orhan Şeref Apak’la Hasan Polat’ın arasındaki çekişmeye de tanık olmuş olmalısınız.
Orhan Şeref’la Hasan Polat arasındaki gerilim, biraz ego meselesi. Hasan Polat o zaman aynı zamanda stadyum müdürü, Beşiktaş’a gidip gelmiş, takımın antrenörlüğünü de o yapıyor. Orhan Şeref de tam otorite. Milli takımı seçiyor, milli takım oyuncularını basıyor falan, poker oynarken çocuklar.Mesela bir defasında önemli bir şey oldu. Orhan Şeref genel kaptan olarak takımı söylemeden kimse soyunmazdı. Otorite meselesi. Bir gün, külüstür bir takımla oynuyoruz, yüzde yüz yeneceğimiz bir takım. Aşağıya inildi. Hasan Polat soyundu. O soyununca birkaç kişi daha soyundu. Ben, huyunu bildiğim için Orhan Şeref’in, hiç kıpırdamadım. Orhan Şeref girer, takımı okuyorum der… Bir girdi, baktı, Hasan soyunmuş. Bir şey yapmadı. “Takımı okuyorum” dedi, başladı okumaya: Erdal, Sait, Refet, Mehmet Ali… sonra Münir dedi Hasan’ın yerine. Tabii herkes donakaldı. Hasan’ın kardeşi Ali de orada, dünya şekeri bir insan. Ali korkunç kuvvetliydi. 4-5 kişi bazen güreş yapardık, yıkamazdık. Hasan sordu, “neden oynamıyorum?” dedi. “Cevap vermek mecburiyetinde değilim” dedi Orhan Şeref, “oynamıyorsun” dedi, o kadar. Tabii takımda bir ikilik oldu, oynayanan-oynamayanlar hikâyesi. Orhan Şeref, hiçkimseden korkusu olmayan bir insandı. Münir soyundu. Ama takımda bir kısım, “oynamayız” dediler. Ali , otomatikman, galiba Mehmet Ali, 4-5 kişi daha… Orhan Şeref dedi ki “oynamıyorsanız” dedi, “hakeme söylerim, takım çıkmaz, sıfır puan alır; ama farklı yeneceğiz, takım milli kümeye girecek, böyle yaparsanız takım milli kümeye de giremez” dedi. Onun üzerine ben -aslında karışmam böyle şeylere, politikaya- dedim ki, “bu takım ne Orhan Şeref beyin, ne Hasan’ın” dedim, “ben oynayacağım” dedim. Benim arkamdan Hamdi, Necdet falan da arkamdan geldiler, çıktık biz, Ali oynamayınca ben santrfor oynadım, 9-0 yendik, ya da 8-0, öyle bir şey. Hakikaten de milli kümeye girdi takım. Milli kümeye girmeden evvel iki tane zorlu maç vardı. Hasan’ı oynatmadı. Milli küme başlayınca Orhan Şeref geldi okudu takımı, şak diye, Hasan Polat yine takımda. O sene galiba işte Türkiye şampiyonu olduk. Hasan da nihayet Gençler’e kendini vermiş bir insandı, medeni bir insan, çok medeni. “Oynamayacağım” der, çeker gider. Öyle yapmadı. Aynı şekilde, öyle bir kongre oldu ki, Orhan Şeref’e bir tek ben rey verdim. Herkes zannetti ki gelecek sene ben oynamayacağım. Dedim ki ben, “niye oynamayayım? Size oy vermemekle ne değişir? Bütün camia Gençlerli…!” Herkes zannetti ki Ankara şampiyonu olan takım idare heyeti değişse de, Orhan Şeref gitse de aynı şekilde olur. Orhan Şeref’i düşürüyorlar, takım 8.oluyor. İdarecilik ayrı iş. Alır mesela Orhan Şeref solaçığa kor. Hatta kızarım ben, dururum öyle, oynamam. Ama onun bir bildiği vardır muhakkak.
Gençlerbirliği’nin Ankaragücü’yle rekabeti nasıl o zamanlar?
Ankaragücü rekabeti fazlaydı ama o dönemin sonunda doğru Demirspor rekabeti başladı. Zaten ya onlar olurdu şampiyon, ya Ankaragücü ya Gençlerbirliği. Bir ara Ankaragücü çok kuvvetliydi, kendi sahasında bize 6-0 falan çekerdi. Fakat son zamanlarda asıl Demirspor… Hatta bir ara benim Demirspor’a geçmem için teklif yaptılar. Onlar oyuncularına iş veriyordu, çalışmadan maaş veriyor. O zaman da gençsiniz, babanızdan harçlık almak falan…
Erdal Fenerbahçe’ye gitmişti. (Bizden Ahmet Erol gitti Fener’e, Samim Necip’ten evvel Galatasaray’a gitti. Çok oyuncu yetiştirdik biz.) Kaleci Samim. Demirspor’da Arap Kadir vardı, bizim Samim’in kaburga kemiklerini kırdı. Sahada ben çok sinirliydim, söylemişlerdir. Mağlup olduğumuz zaman ağlardım. Galatasaraylı Gündüz de oynuyordu hatta Demirspor’da o aralar. Onlarla oynarken ben sinirden sahayı terkederdim, hakemin boğazına falan sarılırdım. Samim’in kaburgalarını kırdıkları maçta 1-0 mı ne yenildik.Aradan bir maç geçti, Muhafızgücü’yle oynayacağız. Muhafızgücü bizi yenerse Muhafızgücü milli kümeye giriyor, yenemezse Demirspor giriyor. Keşfi de o zaman Muhafızgücü’nde oynuyor. Sonrüa Beşiktaşlı Kemal. İyi bir takımı vardı Muhafızgücü’nün, ama biz rahat onlara 4-5 tane çekeriz. O maça çıkarken biz dedik ki, 18′e girme yok! Demirspor’a kızmışız. 5-2 yenildik. Kimse 18′e girmiyor bizden. Keşfi falan biliyorlardı. Tabii Muhafızgücü sahaya çıkıyor, bize çiçekler falan! Demirsporlular çok kızdılar. 49 falan olabilir. Ama onlarla da ahbaptık. Santral Kahvehanesinde hep beraber bilardo oynardık.
Gençlerbirliği seyircisi o zazanlar da azmış…
Seyircimiz azdı. Okumuş zümre daha çok. Bilhassa Fener, Galatasaray maçlarında bizim taraftarımız ufacık kalırdı. Sahaya inerken biz, seyircinin arasından, bayağı küfrederlerdi bize. Bayağı küfrederlerdi, ana-avrat. Ben de onlara ederdim! Ama Gençlerbirliği taraftarı da koyu Gençlerliydi. Kafasını kessen Gençlerli. Ankaragücü’ne, Demirspor’a kıyasla çok az değildi taraftarımız. Ama onlarla şampiyonluğa oynuyorsan, bütün fabrika geliyordu o zaman! İmalat-ı Harbiye’den, Devlet Demir Yollarından.
Başka neler hatırlıyorsunuz o yılların futbol ortamından?
O zaman milli küme vardı. İstanbul’dan dört takım, Ankara’dan iki takım, İzmir’den iki takım. İstanbul’a milli kümeye gittiğimiz zaman, kulübün biraz parası olduğu zaman yataklıyla gidilirdi. Öbür türlü, otobüsle. Yataklıda görevliler inanmazdı bizim futbolcu olduğumuza. Çünkü Fenerbahçe, Galatasaray da gidiyor yataklıyla, yapmadıkları kalmıyor; biz gayet efendi.
Kayseri’ye özel maça gittik, üçüncü mevkiyle. Kış. Ekim-Kasım. Ben de hiç kışın oynayamam. Yazın oynarım ben. Ankara’da o zaman Noel gecesi düşerdi, Nisan sonuna kadar daima kar. Tükürdüğün zaman yere buz düşer. Ama havada tek bulut yok. Orhan Şeref bizi Gençlerbirliği olarak kayağa götürürdü. Vehbi Koç, önceki başkan… ben de meraklı olduğum için giderdim. Dikmen’den Kızılay’a, Selanik caddesine kayakla inerdik. Küçücük, ama dünyanın en medeni şehri. Kayseri’ye gidildi – özel maç. Zündap oynuyor. Zündap, upuzun, bazen dan diye vurur topa, bilmemnerelere atar. Sert çıkıyor bazen de. 2-1 galiptik galiba, Zündap onlardan birisini yere biçti. Hem de nasıl biçti! Halk sahaya hücum etti. Polisler molisler. Yarım kaldı maç. Biz zor bela kaçtık. Zündap’ı yakalasalar linç edecekler. Bir vagon tutulmuş, üçüncü mevki. Vagonda elektrik yok, ısı yok. Ve nasıl soğuk! Erzurum’dan gelen treni bekleyeceğiz, o trene bizim vagon takılacak… Vagona sığındık, gece bastı, o tren de sabaha karşı üçte falan gelecek. Lokomotife takılmadan kalorifer falan işlemiyor. Allahın dağında bir vagon, bekliyoruz. Donuyoruz. Bir baktım, Orhan Şeref, Tavukçu Hüseyin -benim adamımdı o!-, gittiler, bir geldiler, kütük halinde çıralar! Çıralar vagonun içinde yakıldı. Nasıl is çıkıyor! Ama hiç olmazsa etrafı görüyoruz, bir de sözümona ısı. Bir de 5-6 kilo helva almışlar. Ortaya kondu. Taze ekmek. Uyumak imkansız. Helva yeniyor, çıralar yanıyor, is içinde, sabaha kadar! İnanılmayacak şeyler bunlar. Hafızamda çok yer etmiştir bu.
Konya’ya özel maça giderdik, tarlaların içinden, sekiz saatte. O zaman da Türkiye’nin en büyük barajı, Çubuk barajı. Çubuk barajında pikniğe gidildi bir gün -bunun Gençlerbirliği’yle alâkası yok!-, genciz tabii, çok güzel bir kız vardı, Kızılay Genel Müdürünün kızı Esin. Esin kayıkla gezerken yüzüğünü düşürmüş barajın havuz kısmına. Biz tabii soyunduk hemen, daldık, çamur – bulamadık. Baraj boşaltıldı! Tek parti devri! Baraj boşaltıldı ve bulundu yüzük. Türkiye’nin demokrasiye geçilmesi büyük olay. Kansız geçilmesi büyük olay.
1950’ların başında bırakıyorsunuz futbolu, gidiyorsunuz, değil mi?
Paris’e gitmeden evvel, 1951′de, askerlik yapıyordum zaten. Askeri milli takıma çağrıldım, Muhafız alayında kampa girdim. Ama gittiğim falan yok. Bir ara askerlerin kendi takımlarında oynaması yasaktı. Ama hem Orhan Şeref, hem de benim de o zamanki Başbakan, bakanlar falan tanıdığım insanlar vasıtasıyla… bana özel izin çıkardı Gençlerbirliği’nde oynamam için, Avusturya takımlarıyla falan özel maçlarda. Yabancı takımlarla oynanan maçlar, yegâne gelir kaynağı o zaman. Onun dışında Galatasaray, Fener maçlarında hasılat olurdu sadece. Bir de milli küme maçları. Milli küme maçlarına kalmanın önemi oydu. Askerdeyken bana Muhafızgücü’nde oynayacaksın dediler. İlk maç Muhafızgücü-Ankaragücü. Benim de bazı özel sebeplerim var o zaman, kampa uğramıyorum, kampı terkettim. Poker oynadık bir gün, Beşiktaşlı Sebahattin falan vardı, hepsinin paralarını aldım, Allahısmarladık dedim, bir ay uğramadım. 4-1 yenildi o ilk maçta Muhafızgücü. Muhafız Alayı komutanı yemeğe geliyor, bizim alay komutanı diyor ki “Burhan’ı da almanıza rağmen 4-1 yenildiniz!” Bunun üzerine diyorlar ki, Burhan alaya gidiyorum dedi. Alaya geldi mi, gelmedi! Kaçak diye mahkemeye verdiler beni, onbeş gün hapis. Yatmadım tabii. Onbeş gün de izin verdiler. 1951′de gittim ben Fransa’ya. Çok erken bıraktım ben. Zaten amatör olarak yapıyordum. Galatasaray’da bir takım kurmaya çalışırken benle Hamdi’yi istemişlerdi. “Deli misiniz siz?” demiştim, “futbolu sevdiğim için oynuyorum ben…” Ben gittikten sonra takım biraz bozuldu.
Fransa’da futbola devam etmeyi düşündünüz mü hiç?
Fransa’ya giderken babama iki konuda söz verdim: bir, resim yapmayacağım, iki, futbol oynamayacağım! Paris’teyken ressam olmadım hakikaten, resim yaptım ama ressam olmadım! Futbolu amatör oynuyordum. Nantes’a, Nancy’e, hatta Racing’e gitme durumum oldu o zaman. Ama haftada beş gün antrenmana falan gelemezdim, herşeyi bırakmam gerekirdi, onu yapmadım.
İlerki yıllarda kulübü takip edebildiniz mi?
1960 senesinde ben döndükten sonra (Amerika’ya gitmeden evvel) Turhan (Ogan) başkan oldu, ben genel kaptan oldum, rahmetli Erdoğan Bigat vardı, o idare heyetine girdi, Sarı Kemal falan… Tugay’lı falan takım vardı o zaman, o da iyi takımdı.
Korkunç gelirsiz bir takımdı! İstanbul’da Moda’da bir otelde kalınırdı, bazen sahaya gidecek vasıtaya verecek para yoktu. Ama hiçkimse itiraz etmezdi, Moda’dan sahaya yürünürdü. Düşündüğüm zaman, nasıl dayandı diye hayret ediyorum. Böyle bir yoklukla ayakta kalabilmiş tek takımdır Türkiye’de. Daha bizim zamanımızda bitebilirdi Gençlerbirliği! Ama ayakta kaldı.
Nasıl bir zamanlar “Türk, öğün, çalış, güven” denirdi… ya da “ne mutlu Türküm diyene” gibi… bence, o geçmişe sahip olmak ve o şartlarla, arkasında müessese olmadan bugünlere gelmiş olmak, Gençlerbirliği taraftarının ve Gençlerbirliği formasını giyenin, ne kadar profesyonel olursa olsun, iftihar edeceği bir şeydir. Ne mutlu Gençlerbirliğiliyim diyene! Ben Türkiye’nin yetiştirdiği dünyaca en ünlü ressam olarak nasıl New York’ta 25 cent ekmek parası bulamamış olduğumu iftiharla hatırlıyorsam, Gençlerbirliği için de paytona verecek para bulamadığı için Fenerbahçe sahasına yürüyerek gitmiş olmak, iftiharla hatırlanacak bir şeydir.
-Vallahi biz de bugün iftihar ediyoruz, sağolun!
Uygulamada 3M+ kullanıcı'a katılın
En son haberler, sonuçlar ve canlı spor yayınları ile güncel kalın
İndir
Bu yazıyı paylaş
Reklam
Reklam